“Hiçbir şey değişmemiş” dedi içinden. “Nasıl oluyor bu?” Kahverengi sunta mobilyalar, raflı çalışma masası, kapakları tam kapanmayan gardırop ve yatağın üzerinde pike niyetine kullanılan el örgüsü battaniye… Hasan giymesi için bir takım pijama verdi Ali’ye, baba pijaması; bordo ve lacivert renkli. “Düşünme şimdi gece gece. Yat uyu, sabah konuşuruz. İyi geceler.” Babasına ne diyecekti Ali, ne diyebilecekti artık? Hiç. Üzülüyor muydu, yoksa içindeki kapkara his yalnızca öfkeden mi ibaretti? Özlemiş miydi burayı, babasını? Özlese ne değişecekti ki? Babası yoktu artık. Bu yokluk üzüyor muydu onu? Karmakarışık. Hislerinin ne olduğunu çözemiyordu. Hep böyle olmamış mıydı? Korku mu, öfke mi? İstediği aşk mı, şefkat mi? Pijama takımını kucağına aldı. “Annesi katlamış, belli.” Babasının pijamasına benziyordu, bu yüzden giymek için önce kendiyle yüzleşmeliydi. İhsan Bey eşyalar zamanla sahibine benzer derdi. Babanın kıyafetinin benzerini giymek, sonunda o olmak demek miydi? “Ben babam olamam.” Bugüne kadar reddettiği ne varsa birer birer zihninden geçirdi, perdesi açık pencereden dışarı baktı. Göle yansıyan dolunayın görüntüsü İhsan Bey’in dinlediği şarkıları anımsatıyordu. Pijama takımını masanın yanındaki sandalyeye koydu, ışıkları kapatıp yatağa uzandı. “Ben yalnızca kendime benzeyeceğim. Babası da olsa insan bir yabancıya benzememeli.” Yıllardır kendine söylediği cümleleri tekrar ederek içindeki karanlık hislere karşı durmaya çalışırken gözleri usul usul kapandı. Vücudu sanki yüzüyor gibiydi şimdi. Gölün üzerinde gezen sandallar, çocukluk hatıraları… Sandala boylu boyunca uzanır gözlerini kapatırdı; ay ışığı göz kapaklarından içeri girerdi, aldırmazdı. Yalnızca suyun dinginliği, başka hiç ses yok. Ay ışığı çocukluk hatıralarındaki gibi gözkapaklarını zorlayarak içeri giriyordu. 

Karanlığın aksine beyazlık an be an artıyor, kalp ritmi hızlanıyor. Nilüfer beyaz bir elbise giymiş, saçları upuzun. Çocuksu yüzü yok artık, kadın olmuş, gülümsüyor. Yaşamın içinde şehveti çağıran ne varsa Nilüfer’de. Ellerinde iki ayrı kâse tutuyor. Çocukken yaptıkları kâselere benziyor; dışı beyaz, içi rengârenk desenli. 

“Seç birini, diyor Nilüfer, şarap mı süt mü?” 

“Babam olsaydı hangisini seçerdi? Oysa ben kendimce yaşamak istiyorum.” 

Nilüfer’in gözleri parlıyor. Bu nasıl şehvet? Ali şarap kâsesine uzanıyor, daha önce içtiği hiçbir şaraba benzemiyor bu. Nefes almadan içiyor. Öyle bir tat ki insan nasıl kanar buna? “Beni bul.” diyor Nilüfer, yavaş yavaş uzaklaşıp kayboluyor. Ali şaraptan kendini alamıyor, Nilüfer’in sesi zihninde yankılanıyor. Beni bul. Kâsedeki şarap tükenmiyor asla. Beni bul. Ali içtikçe içiyor. Oysa Nilüfer’in sesi. Nilüfer yok oluyor, Ali doymuyor yine de. Gözleri kararıyor, bedeni uyuşuyor, kâse ile birlikte yere düşüyor. Şarap yerle bir. Beni bul. 

Ali gözünü açtığında ay sanki pencereden içeri girmiş gibiydi. Sırılsıklam gömleğinin düğmelerini açtı, susamıştı. Zihninin uyuşukluğu etrafı olduğu gibi algılamasına engel oluyordu. Her şey çarpık, bulanıktı. Kendinde değil gibiydi. Kan ter içinde yataktan doğruldu, bu odadan çıkmak istiyordu. Kaçmak değil, varmak istiyordu. Nilüfer’i bulmalıydı. Ona rüyada doyamazdı; gidip sarmalı, öpmeliydi onu. Ardına bile bakmadan kapıdan çıkıp gitti. Oysa bedeni hâlâ uykudaydı, sayıklıyordu. Beni bul.

***

Hayal ettiği şey aslında çok basitti, kavuşmak ve sevilmek. Ama bu gecenin tuhaflığında Nilüfer’e kavuşmak Ali’ye korkunç ve imkânsız gelmeye başlamıştı. İçindeki korkuları bastırmaya çalışarak adımlarını sürdürdü. “Çocuk değilsin oğlum.” Kendi kendine tekrar ettiği bu cümle içinde yankılanıyor, başkalaşıyor ve babasının sesine bürünüyordu. Atölyenin terletici sıcağı ve sisli duvarları arasında fırından çıkan bisküvileri boyama sırası geldiğinde Ali içinde anlam veremediği bir korku duyardı. Babası gibi boyamalar yapmak istiyorsa da hiçbiri onunkiler kadar güzel olmuyordu. Mükemmeli aradığı için denemekten korkuyor, hatta çoğu zaman hiç denemeden vazgeçiyordu. Böyle zamanlarda fırçayı eline alsa bile ellerinin titreyişine hâkim olamazdı. Yüzü kızarır, öfkelenir, bir yandan da bu zavallı hâllerini Nilüfer’in görmesinden korkardı. Babası Ali’nin bu hâllerini iyi bilirdi, korkaklığı yüzüne yansıdığında ve ellerinin titreyişi durmadığında “Çocuk değilsin oğlum.” derdi. Oğlunu yüreklendirmek için söylediği bu cümle Ali’nin içinde büyür büyür, kör kuyular açardı. Öyle kuyular ki içinden su çıkmaz, seslensen yankı vermezdi. Duvarları her an yıkılacak gibi çamurdandı. “Korkmuyorum!” derdi bir hışımla; öfkesinin üstüne gider, desenleri düzgün çizmek için var gücüyle uğraşır ama hırsına yenik düştüğünden daha fazla hata yapardı. “Bu iş sabır işidir oğlum. Yavaşlamazsan göremezsin, beceremezsin.” Nilüfer gülerdi arkadan. Ah o alaycı gülüş yok muydu; o göz devirmeler, küçük görmeler… Nasıl ezilirdi Ali böyle zamanlarda; içine kapanır, konuşmazdı. Radyodan gelen tanbur sesi kalbini sıkardı, titreyen sazın telleri değil Ali’nin sinir uçlarıydı sanki. Şimdi bu karanlık sokakta tek başına yürürken yine aynı ezikliği içinde duyuyordu. Yol kenarındaki ağaçlar büyümüş, gölgeleri birer cellat gölgesi gibi asfalta yansırken Ali rüyasını düşünüyordu. Neden gitmişti Nilüfer? Yine neden aklını karıştırıp sarhoş ettikten sonra belli belirsiz kaybolmuştu? Nilüfer aslında hiçbir zaman yoktu. Ali bu yokluğu kendine itiraf etmekten her daim korkuyor, kabahati sürekli babasında buluyordu. “Ben bir baba istemiyorum!” diyerek çıkmıştı atölyeden. Nasıl da hafiflemişti böyle bağırınca. Özgürdü artık, kendi gibiydi; ne isterse onu yapacak, hep en iyi o olacaktı. Artık Nilüfer’in peşinden o koşmayacaktı. Bu sefer görme sırası Nilüfer’deydi. Ali buralardan gidince biraz da o görsündü artık yokluk nasıl bir şeymiş. Gördü mü sahiden? Bu fakir sokaklarda gözleri Ali’yi aradı mı? Ali, Nilüfer’in 5 yıl evvelki gözleriyle bakmaya çalıştı kasabaya. Her köşe başında kendini özledi, kendini aradı adım adım. Emindi, Nilüfer de onu yokluğu boyunca böyle aramıştı. “Neredesin Ali, demişti, sensiz her yer çok renksiz.” Şimdi ne babasının ölümü umurundaydı ne de içindeki tuhaf hisler; kendinden emin bir biçimde Nilüfer’in evine doğru yürüyordu. Zili çalacaktı ve Nilüfer tıpkı rüyasındaki gibi beyaz askılı elbisesiyle açacaktı kapıyı. Dağınık saçları omuzlarına düşmüş, uykulu gözlerle gülümseyecekti. Sarılacaktı, göğüslerinin sıcaklığını kendi göğsünde hissedecekti Ali. Ve Nilüfer “Hoş geldin, diyecekti ona, ne çok beklettin.” Kadın gibi diyecekti. Şehveti çağıran ne varsa bütün uzuvlarıyla hissettirecekti. Ali’nin içi sıcacık olacaktı. Hem körkütük sarhoş hem hiç olmadığı kadar ayık, zihninde ve kalbinde derunî bir zevk duyacaktı; daha önce hiç duymadığı türden bir zevk. “Böylesi de var işte. Dünya o kadar da kötü bir yer değil.” Adımlarını hızlandırdı. Yol boyunca uzanan ağaçların dalları ayın ışığıyla asfalta vuruyor, her biri ürkütücü birer cellat olmaya devam ediyordu. 

***

***

Evin bahçe kapısı hiç değişmemiş, üstündeki salkımlar yerlere kadar uzanıyor; canlı, capcanlı yaz günlerini andırıyordu. Bahçedeki ağaçlar büyümüş, sarmaşıklar evin duvarlarını iyiden iyiye sarmıştı. Çocukken yaptığı çizimlere benziyordu bu görüntü. “Neden hep lale çiziyoruz ki? Ben evler de çizmek istiyorum. Böyle renkli çiçekleri olsun bahçesinde, bir de deniz olsun. Hem öylesi daha güzel.” Nilüfer böyle söyledikçe Ali hayal kurardı, o zaman bir tabağın içine çizdiği sarmaşıklarla çevrilmiş bahçeli evi sırla örtmüş, yok etmiş, fırından capcanlı geri çıkarmıştı. Nilüfer’in görünce çok sevineceğini düşünerek heveslenmişti. Nilüfer umursamamıştı bile; o, gerçeğini istiyordu. Şimdi yaşadığı yer o çizimin aynısıydı. Ali, hayal ettiğini yaşayan Nilüfer’i kıskandı o an. Ama yine de sarılmak istiyordu ona. Zihnindekileri bir köşeye itip evin kapısına yöneldiğinde gözleri karardı aniden. Duvardaki sarmaşıklar soluyor, kuru yapraklar yerlere düşüyordu bir bir. Ağaçlar çürümüş meyvelerini döküyordu. Kapının önünde kendi üstüne çöreklenmiş koca bir yılan gördü. İrkildi. Simsiyah, soğuk bir ürperti kapladı içini, ayakları istemsizce geriye gitti. Az önceki yaşam dolu ev birden viraneye dönmüş, Ali’nin üstüne yıkılacak gibiydi. Nilüfer’e asla kavuşamayacaktı, asla mutlu olmayacaktı, bunu en başından beri biliyordu. Her şey bir şekilde yokluğa dönüyordu şimdi. Salkımları kurumuş bahçenin paslı kapısından koşar adımlarla çıkıp gitti. 

Ara sokaklarda yalpalayarak yürüyordu. Virane evlerin kör karanlık pencereleri arasında adımlarını duyarak yürüyordu. Köpek sürülerinin, ayyaşların ve hayaletlerin bile adım atmaktan vazgeçtiği sokaklarda yürüyordu. Ve bir çift göz hiç durmadan onu takip ediyordu. Birbirlerini tanıyorlardı, çok uzun zamandır hem de. Ali bunun en başından beri farkında olsa da o gözleri hep yok saydı, inkâr etti. Oysa yokmuş gibi davranarak bu boğucu histen kurtulamayacağını anlamıştı. Bunu fark etmek için böylesine bir korkunun şiddetini yaşaması gerekiyordu. Yolu istemsizce çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği, hayal kurduğu, bunaldığı, ağladığı, yorulduğu ve nihayetinde terk edip gittiği atölyeye çevrilmişti. Önünde sonunda bir gün o kapıdan içeri gireceğini biliyordu. Hem de daha çıkıp giderken içten içe emindi bundan. Atölye Ali’nin zihninde baba demekti. Eski ve boğucu olan, esareti andıran ne varsa bu atölyedeydi. Sınırlar belliydi. Bir kader vardı ve Ali o kaderin labirentinde duvarlara çarpa çarpa kendini var etmeye çalışıyordu. Çarpıp düşmekten omuzları çürümüştü. Nilüfer hep bir adım önde gidiyor; çarpmıyor, yalpalamıyor, ayaklarını birbirine dolaştırmıyordu. Sanki yolu biliyor gibiydi. Ali onu takip ettikçe çıkabileceğine dair bir umut taşısa da daha çok kaybolduğunu fark etmiyordu. Labirentin tepesinde bir çift göz gibi bakıyordu babası onlara. Çocuk değilsin oğlum. Yapamadın oğlum. Bu kız seni sevmiyor oğlum. Sen kendini ifade edemiyorsun oğlum. Neden hâlâ beceremiyorsun oğlum? Sır üstü tekniğinin ömrü kısadır, eğer yaptığın çini daha güzel olsun istiyorsan onu sırla örteceksin, deseni yok edeceksin oğlum. Yok etmeden var edemezsin oğlum. Nilüfer yok oldu, göremiyorum baba. Esas Nilüfer için sen yoksun oğlum. Ben o yokluktan doğamayacak mıyım baba? Doğamayacaksın oğlum. Her şey yokluktan doğmadı mı baba? Yok olmak için de önce var olmak gerekir oğlum. Ben böyle yaşamak istemiyorum baba. Hayat senin seçimlerinle ilerlemez oğlum. Ben bir baba da istemiyorum baba. Hoşça kal oğlum.

Üstünde “Gümüşlü Çini Atölyesi” yazan ahşap tabelanın arkasındaki anahtarı alıp kapıyı açtı. Her şey yerli yerindeydi. Sarhoş edici kokuya bakılırsa gün içinde fırın yanmıştı. Bisküviler çıkmış, soldaki tezgâha dizilmişti bir bir. İhsan Bey fırından çıkardığı bisküvileri buraya büyük bir özveriyle taşırdı. 

“İyice havalansınlar ki boyayı güzel çeksinler. Önce çizimler bitsin, sonra boyamaya geçilsin. Bisküviler yumuşak olur, aman zedelenmesin. Boyamalar bitti mi, şimdi her biri tek tek sırlansın. Sır, boyaları yok etsin ki desenler daha canlı olsun, daha kalıcı olsun. Bizden de çok yaşasın.”

“Bak baba, eşyalar bizden çok yaşıyor.” 

“Benim laflarımla konuşmaya başlamışsın oğlum.” 

“Çünkü bir zaman geliyormuş, kaçtığım şey oluyormuşum. Senin gözlerinle görüyorum dünyayı, senin gözlerinle bakıyorum kendime. Bu yüzden mi kendimden memnun değilim baba? İnsan en gerçek kâbusları yorgunken görürmüş, çok yorgunum baba.”

“Yeni şeyler denemeye çalışıyorsun demek. Desenleri tabağın dışına değil de yalnızca içine çizmek iyi bir fikir mi sence? Sır, deseni korur ama dışı böyle çok renksiz olmadı mı?”

“Beni yine dinlemiyorsun baba. Hâlâ geçmişte yaşıyorsun. Öldün sen baba! Tüm zamanlar senin artık. Ben şarap içip sarhoş olmaktan vazgeçtim, süt dolu kâseyi ise sen olmamak için taşa çalıyorum baba. Sütün beyazı zamansız bir sır olur belki. Hem seni yok eder hem beni. Sonra belki ikimiz birden var oluruz, kim bilir.” 

Ayağının altındaki zemin kayıyordu, hiçbir şey yerli yerinde değildi artık. Gecenin ortasında bir zelzeleyi yaşıyor gibiydi; korkuyor, çıkıp gitmek istiyor ama hareket ettikçe dengesini daha çok kaybediyordu. Öğrenilmiş her şey sanki bir bir yer değiştirmişti; tavan yere inmiş, duvarlar çarpıklaşmıştı. Raftaki radyodan kesik kesik sesler geliyordu. İçerideki fırın bir anda alev almıştı. Ali ise bunları sadece seyrediyor, bir yandan da ayakta durmaya çalışıyordu. Tezgâhtaki bisküviler bir zamanlar sırf Nilüfer öyle istedi diye yaptıkları şekillere; dışı renksiz, içi desenli çini tabaklara dönüşmüştü. Her birinin içi süt doluydu ve bu zelzelede onlar da birer birer yerle bir oldular. İçleri kırmızı lale desenli tabaklar sanki en baştan sırla örtülmüş gibi sütün beyazlığı içinde desenlerini kaybediyorlardı. Kırık dökük parçalardan sızan süt damlaları atölyenin zeminine yayılıyor, zemin tavanla yer değiştirdikçe duvarlara bulanıyor; her şey bu beyazlığın içinde sanki yok oluyordu. Buradan çıkmak zorundaydı, ayakta durmaya çalışırken bir yandan da gözleri babasını arıyordu. Lakin atölyede bir tek Ali vardı, bir de bembeyaz yokluk.

***

Gece endişeyle sürüp gidiyordu. Attığı her adım sanki geriye doğruydu, vücudu ilerlese bile zaman tersine akıyordu. Bir zamanlar bu sokaklar onunla beraber yürürdü, oysa şimdi her şey karmaşıktı ve o, ters yönde bir akışın içinde gibiydi. Birbirini belli bir düzen içinde kesen sokaklar yavaş yavaş karmaşıklaşıyor, şekil değiştiriyor; evlerin pencereleri birbirlerine daha çok yaklaşıyor, karanlığın aksine her şey ama her şey yavaş yavaş beyaza bürünüyordu. Kendi sokağına girdiğinde fark ettiği kırmızı ve mavi ışıklar yanıp söndükçe binaların camlarına yansıyordu. Az önce ayaklarını kaydıran zeminin sarsıntıları sakinleşti. Yer yeniden yer, gök yeniden gök oldu. Ayakları birden durdu. Zaman geriye akışını bırakmış, donakalmıştı. 3 katlı, önünde palmiye ağaçları olan apartmanın giriş katından çıkan adamların taşıdığı ceset, sokağın fısıltıları eşliğinde arabaya kondu. Giriş kattaki dairenin salon penceresinden içerisi görünüyordu. Billur bir avizeden süzülen ışık karşı duvarda boydan boya asılı olan aynadan sokağa yansıyor, beyaz kefenin konulduğu arabanın yanıp sönen ışıklarına karışıyordu. Komşu kadın giriş kattaki dairenin ışıklarını kapattı. Salon, tıpkı güneşin sönmesi gibi aniden karanlığa büründü. Ali, avizenin ardındaki aynada kendi yansımasını seyrediyordu. Yokluğun içinden var olmuş gibiydi. Yansıyacak bir aynası ve o aynada bir aksi vardı şimdi. Zaman, uzunca bir vakit sonra olması gerektiği gibi ileri akmaya başladı. Ali arabanın gittiği tarafa yöneldi, peşi sıra adımlarının sesi duyuldu.

Part-time yazar, full-time hayalperest. Boğaziçi'nde öğrenim görüyor.

POST COMMENT

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir