Kanepede uzanmış tavanı izlerken nedensiz yere vücudumu biraz sola kaydırdım ve yere düştüm. Sızlayan vücudumla beraber yerde yatıp kahve sehpasının altında kaybolduğunu sandığım çorabımın tekine bakarken bacaklarımı kendime doğru çektim, gözlerimi kapattım ve o an dünyadan yok olmak istedim. Bir süredir Japonya’ya gelişimin asıl sebebi üzerine düşünüyordum. Kırkıma merdiven dayamak üzereydim, hala evlenmemiştim ve elle tutulur bir birikimim yoktu. Bu vakitten sonra hayatı avucumun içine alabilir, bir anlam çıkarabilir miydim? Gri bulutlar ve kararan hava, akşam için verdiğim sözü tutmama hiç yardımcı olmuyordu. Buluşmaya gitmesem ne kaybederdim? 

Kendimi toparlamam için gereken zamanın yukarı aşağı yirmi dakika olduğuna kanaat getirdim. Bu süre bedenimi harekete geçirip hazırlanmak için gereken zamandı. Peki dünyada geçirdiğim bütün zamanı anlamlı kılacak toparlanma süresi ne kadar olabilirdi? İlgim sürekli başka yerlere kayıp duruyordu. Sürekli yeni şeyler deniyor, bir süre sonra ilgimi yitiriyordum. Yirmili yaşlarımın başında Amerika’dan ayrılıp buraya geldiğimde basit işlerle kendimi geçindirmeye başladım. Ülkeye gelen turistlere rehberlik yapmak, İngilizce öğrenmek isteyen Japonlara özel ders vermek gibi küçük işler para kazanmamı sağlıyordu. Elime geçen para bir birikim yapmamı sağlamasada genç yaşta para kazanmanın heyecanıyla karşıma çıkan her fırsata atlıyor, kendimi bir yabancı gibi değil, yerli halktan biri gibi hissediyordum. Oysa şimdi Japonca konuştuğumda ilk şaşkınlıklarını atan insanların verdikleri tepkilerden, bakışlarından ve geçen onca zamandan sonra hala kendimi evimde gibi hissetmiyordum. Amerika ziyaretlerim sırasında da uğradığım şehre yabancı gibi hissediyor, bir türlü rahat edemiyordum. Bu hissin geçmesi için çok uğraştım, ancak bir türlü başarılı olamadım.

Belirli bir süre aynı yerde kalınca şehre yabancılar, diğer yabancıları tanıyor. Gazete editörleri, konsolosluk çalışanları, fotoğrafçılar, zengin gezginler arkadaşım olmaya başladı ve bir çevre oluşturdum farkında olmadan. Lisede öğrendiğim kodlama bilgimi geliştirip, edindiğim çevre sayesinde, ihtiyacı olan insanlar için bilgi işlemleri sektöründe çalışmaya başladım. Bu çalışmalarım genelde birbirinden bağımsız oluyordu, ve genellikle bir Amerikalı’dan iş aldığı için övünen iş adamlarından oluşan müşteri kitlem vardı. Fakat içten içe istediğimin tam olarak bu olmadığını da biliyordum. Ancak Tokyo gibi bir şehirde parasız ancak bir yere kadar yaşayabilirdim. Öyleyse neden bu şehri bırakmıyordum? Doğrusu gidecek başka bir yerim yoktu. Bir zamanlar buraya geçici bir süreliğine gelen ailemin yaşadıklarının izini sürmek, belki de geçmişle bir şekilde bağ kurmanın yolunu arıyordum. Acaba yabancılık çekmiş miydi annem? Bana her zaman hüzünlü gelen bir tarafı vardı. 

Kaybolmak ve tekrar ilk sefer keşfetmek istediğim sokaklardan geçerken iyice bastıran yağmur, şemsiyemin üzerinde damlalarıyla kaotik ve düzensiz bir şarkı mırıldanırken yanımdan geçip beni işaret eden, aralarında fısıldaşan yerli insanlara, anlamadığımı düşündükleri için rahat bir ses tonunda konuşmalarına aldırış etmeden, çünkü buna geldiğimin üçüncü senesinde alışmıştım, buluşacağımız barın önünde durdum. Derin bir nefes alıp, bunun bir süreliğine alacağım en temiz hava olduğunu düşünerek şemsiyemi katladım ve içerideki ses dalgasının kısa bir süreliğine yağmura karışmasına olanak sağladım. 

Bara adımımı attığım anda yüzümü mayhoş kokulu bir hava yaladı. İçerideki nemli hava alkol, yoğun bir sigara dumanı tabakası ve alkolün etkisiyle kendinden geçerek dili açılan ve daha yüksek perdeden konuşan insanlarla doluydu. Dışarıda yağan yağmurun etkisiyle camların iç tarafı buğulanmış, birbirine yapışan küçük damlacıklar yüzey gerilimini kırıp aşağıya doğru bir yol izlerken, camın dış tarafındaki yağmur damlaları ile serinliyordu. Kapı açılıp da birisi içeri girdiğinde merak duygusuyla karışık gelen umutla kapıya bakan müşteriler kısa bir süre içinde kendi dünyalarına geri dönerken, barın köşesindeki masada oturmuş ve konuşmalarıyla dikkat çeken beş altı yabancı bakmaya ve el işareti ile isteksiz yere geldiğim buluşmanın gerçekleştiğini söylüyordu. En azında varmış olmanın verdiği küçük zaferle beraber adımlarımı köşeye doğru atmaya başladım. 

Bardaki insanlara göre daha büyük ve yabancı görünen bu grup, Japonya’ya ilk geldiğimde tanıştığım ve bir şekilde sosyal çevreme girmiş insanlardan oluşuyordu. Kendi işlerinde iyi olmalarının yanı sıra, farklı ülkelerden Japonya’ya gelmiş insanlar olarak aynı yabancılığı paylaşıyorduk. Hepimiz farklı ülkelerden gelmiştik ve kalmak için sebep bulmuştuk. Benim sebebim neydi? Alışkanlık mı, bitmek bilmeyen yabancılık hissi mi, bilmiyorum. Kimisi bir Japon’la evliydi, kimisi bir şirketin ülkedeki temsilcisiydi, konsoloslukta çalışanı da vardı, gezgini de. Buluşmalarımız çok sık olmazdı, herkes meşgul olduğu için genelde mevsimler değişince buluşurduk, bu yüzden pek samimi olmadığımı düşünerek toplantılara gelmekte zorlanıyordum. Aralarında ikili olarak görüştüklerim vardı elbette ancak grup toplantıları bana uygun değildi. Masaya yaklaşınca, pahalı takım elbisesinden sadece kravatını çıkarmış ve işten çıktığı belli arkadaşım garsona Japonca “Bize yedi bira getirir misin?” diye seslendi. Gülümseyip masadaki insanları selamladım. Biraz önce garsona seslenen Brad, İngilizce’ye geçerek “Hoşgeldin Craig” dedi coşkuyla, diğer insanlar coşkusuna eşlik etti. Nasıl olduğumu sorduklarında “Her zamanki gibi” yanıtımı verdim. Fazla konuşmayıp dinlemeye kararlıydım. Ancak soruların ardı kesilmeyecek gibiydi. “Hadi ama neler yapıyorsun, uzun zaman oldu görüşmeyeli?” diye sordu bir diğeri. “Bilirsiniz, günü geçiriyorum, uzaktan yaptığım birkaç yazılım işi ile birlikte birkaç kişiye de İngilizce dersi veriyorum.” dediğimde, sahte bir sevinçle beraber, alışılmış cümleler birbirini kovaladı. O sırada gelen içkimden bir yudum aldıktan sonra, çok içmezdim, tadını özlemediğimi düşündüm, “Ah, aynı zamanda yaratıcı yazarlık dersleri aldım. Bitmek üzere, son dersler.” dedim birden. Bunu neden söyledim bilmiyorum, insanların bilmesi gereken bir şey değildi bu. Konuşmayı dağıtmak için diğerlerinin neler yaptığından, konuşmanın ben gelmeden önceki konusunu öğrenmeye çalıştım. 

Vakit geçip, masadaki bardakların sayısı arttıkça, insanların şehirde geçirdikleri zamanla doğru orantılı olarak aksanlı olan İngilizce arada Japonca’nın tonlamalarına kaçıyor, ortaya anlaşılması güç cümleler ortaya çıkıyordu. İnsanlar yaptıkları işin öneminden, kendilerinin ne kadar entelektüel olduğunda bahsedip duruyorlardı. Arada yabancı olmanın güçlüklerinden bahsedilip de bir cümle havada kalınca, başkası benzer şeyden devam ediyordu. Bu insanlar gibi övünecek bir şeyimin olmasını istedim bir anlığına. Onlar kadar basit dertlerim olsun, bunlarla meşgul olayım diye düşündüm. Birkaç saat öncesine kadar hiçbir şey yapmadan yerde uzanan bedenim şimdi ise kalkıp hareket etmekte zorlanıyordu. Gittikçe boğucu hale gelen bu küçük mekandan ayrılıp, dışarı çıkmak istiyordum. Yüz ifademden durumu anladığını düşündüğüm ve grup dışında da konuştuğumuz, aslında kültürel olarak birbirimizden çok farklı noktalarda olmamıza rağmen beni gerçekten anladığını düşündüğüm Reza, “Yavaştan çıkmam gerekiyor. Gelmek ister misin?” diye sorunca alkolün etkisiyle abartılı bir şekilde tepki veren gruba rağmen olumlu yanıtımla dışarı çıkmaya hazırlandık. Elimi cebime attığımda, Reza kolumdan tutup, “Bu sefer bir şey içmedin, biz Doğuluları bilirsin” deyip gülümsedi ve masaya bir miktar kağıt para bırakıp, kolumdan tutarak dışarı çıkmama yardımcı oldu. İnadını bildiğim için uzatmadım, gecenin geri kalanında fazla içip de kendimi daha fazla rezil etmediğim için memnun bir şekilde, onu takip ettim.

Dışarı çıktığımızda yağmurın durmuş olduğunu fark ettim. Temiz havayı ciğerlerimin içine çekerken havayla beraber kulaklarıma dolan sinir bozucu şehir gürültüsünü duymamazlıktan gelmeye çalıştım elimden geldiğince. “Burada herkes Doğulu’dur” diye cevap verdim. Gülümsedi ve “İran’da Doğulu olmak başka anlamlara gelir.” dedi. Japonya’da bir İranlı ile Amerika’lının arkadaşlığı kadar garip çok az şeyin olduğunu düşündüm bir an. Bu konu üzerine çokça şakalaşırdık. Gülümseyip, misafirperverliğine teşekkür ettim. Biraz yürüdükten sonra iyice açılmıştım, üzerimdeki sıkıntı hala devam ediyordu, gün boyu neden başarısız olduğum üzerine düşünmüş, durmuştum. Hayatın beklediğim hayat olmaması beni fazlasıyla yoruyordu. Bunu yanında sessizce yürüdüğüm yabancıya anlatabilir miydim? Yürürken bir kanal kenarına geldiğimizi fark ettim. Bir banka oturduk. Reza ne zaman sessiz kalacağını iyi bildiği için benim konuşmaya başlamamı beklediğini sezebiliyordum. Sessizliği bozmadan saatlerde orada oturabilirdim. İnsanlardan tamamen ayrı bir şekilde saatleri, günleri hatta ayları geçirebileceğimi düşündüm bir an. Zaten ne yaptığım konusunda bir fikrim yoktu, önemli de değildi. 

“Yaptıklarımdan memnun değilim, başka şeyler yapmam gerekmiş gibi hissediyorum ama bunun ne olduğu konusunda fikrim yok.” diyerek sessizliği bozdum. Yazarlık kursundan sonra nasıl hissettiğimi sorduğunda ise beğendiğimi, yazmanın benim için bir nevi meditasyon olduğunu anlattım. “Bunu işe çevirmem çok zor, üstelik burada.” dediğimde ise Reza’nın cevabı gülümsememe sebep olacak türdendi: “Neden burayı anlatmıyorsun öyleyse? Burada kaldığın zamanlardaki deneyimlerini buranın dışındaki insanlara anlatmak fena sayılmaz. Üstelik Japonya bir hile kartı gibi, herkes Japonya ile alakalı şeyleri dinlemeyi sever.” diye yanıtladı. “Neyi anlatmalıyım peki?” sorusuna ise “Her şeyi” cevabını aldığımda zihnimde bir başlangıç noktasının oluşmaya başladığını hissetsem de, hangi tarafa gitmem konusunda kesin bir kararım yoktu. Sohbetimize şehrin soluk sesleriyle beraber sessizlik çöktüğü zaman biraz olsun nefes almaya başladığımı hissediyordum. Yaşımı almışken, yeni bir şeylere başlayabilir miydim? Başarı göründüğünden daha uzaktı.

Ertesi günlerde üzerimdeki ağırlığın yavaş yavaş kalktığını düşünsem de yine içimde anlamlandıramadığım, eksik kalan bir şeyler vardı. Ne olduğunu çözemiyordum. Arabama atlayıp uzun süredir ismini duyduğum ama bir türlü gitmeye fırsatımın olmadığı bir ormana gitmeye karar verdim. Ormanın girişinde aracımı park ettikten sonra, öğle yemeği için aldığım yemeğimi arabanın içinde yedikten sonra biraz olsun hiçbir şey düşünmeden yürümeye hazırdım. Böylelikle yediklerimi hazmederken aynı zamanda farklı bir şey yapmış olacaktım. Yanıma aldığım küçük çantamda kullanışlı bir isviçre çakısı, el feneri, su termosum, biraz yemiş ve yedek batarya vardı. Girişteki tabelada yazan bilgileri okuduktan sonra orta derece zorluğu olan patikadan yürümeye karar verdim. Kırmızı renkli okları takip etmem yeterliydi.  Girişten itibaren uzun ve sık ağaçlarla çevrili ormandaki yol bir süre sonra zorluk derecelerine göre ayrılıyordu. Patikada ilerledikçe yeşil rengin fazlalığın gözlerimi aldığını fark edince daha önce bu yoldan giden insanların aşındırdığı küçük ve tek kişilik patikaya indirdim bakışlarımı çoğunlukla. Yürüdükçe nefesimin açıldığını, doğaya çok daha önce çıkmam gerektiği hissine kapıldım. Şehirde kapana kısılmış ruhum burda kalıplarından dışarı çıkıyor gibiydi. Kanımdaki oksijen miktarı artarken uzun bir süredir içimde bulunan o kapalı bulutların açılmasıyla beraber zafer sarhoşluğu yaşarken, ilerledikçe, yağan yağmurlar yüzünden renkleri solan kırmızı okları kaçırdığımı ve belirlenen patikanın dışına çıktığımı toprak yol bitince fark ettim. Böyle bir durumda panik yapmam gerekirken nedense o an hiçbir şey düşünmedim. Durumu kabullenip durum değerlendirmesi yapmak adına gövdesi kalın bir ağacın altına oturdum. Daha önce ormanlarda intihar eden insanların hikayesini duymuştum, yolumu bulamazsam acaba benim de böyle yaptığımı mı düşünecekler diye düşündüm. Telefonumu araba bırakmış olmam pek akıllıca bir hareket sayılmazdı. Şehir hayatından bu kadar uzaklamışken, telefonu yanıma almak pek de mantıklı gelmemişti o zaman. Derin derin nefes almaya başladım. Başımı ağaca yaslayıp gökyüzünü, rüzgarla beraber hareket eden dalları, yaprakları, doğanın sesini dinlemeye başladım. 

Gözlerimi açtığımda hava kararmıştı. Uzandığım yerden kalkıp etrafa baktığımda daha önce hiç görmediğim bir kasabaya gelmiştim. Burasının Amerika’da olduğunu biliyordum fakat yine de bana yabancı bir yerdi ve içimdeki sıkıntı hala oradaydı. Ceketimi alıp dışarı çıkma isteği duydum. Hava soğuktu ve yan yana dizilmiş banliyö evleri buradaki yaşamın sıkıcı ve sahteliğini vurgular nitelikte sıkıcıydı. Ceketime daha sıkı sarılıp sokak lambalarından yer yer aydınlattığı yolda yürümeye devam ettim. Bir süre sonra lambası bozuk ve düzensizce yanan sarı ışığın altında durup lambanın hareketlerini, bir düzeni olup olmadığını izlerken, karşısındaki ev dikkatimi çekti. Bu ev terk edilmiş, camlarının kırılmıştı. Etrafta hiç ses yoktu. Adımlarımı bu eve yönlendirdim, evin kapısını açtım ve seslendim. Sesimin yankısı dışında kimse yoktu. Cebimdeki feneri çıkarıp ilk adımımı attığımda ayaklarımın altında ezilen cam sesi ürkütücü gelse de devam ettim. Sakince evin bütün odalarını dolaştım. Bir zamanlar canlı seslerin yükseldiği evdeki yaşanmışlık artık bu evin hayaleti idi. Evin holünde asılı duran aynayı fark ettim. Tahta oymalı çerçeveye sahip bu ayna kırılmamıştı, üstünde ilginç bir şekilde toz da toplamamıştı. Bir an boynumda asılı duran fotoğraf makinesini fark ettim. Nasıl fark etmemiştim bunca zaman anlayamadım. Aynanın karşısına geçip, kamerayı çalıştırdığımda metalik mekanizmanın hareketleri ile birlikte kemaranın açıldığına dair mesajı bekledim. Derin bir nefes aldım ve deklanşöre bastım. Patlayan flaşla beraber saniyenin onda bir sürüde aynaya yansıyan yüzümü gördüm, bu ben değildim! Yirmi yıl öncesinin Craig’i olmalıydı bu. Dehşetle evden çıkmak için kapıya yeltendim, kapı açılmıyordu, telaşlanmaya başlarken “Hayır!” diye bağırdığım sırada büyük bir titreme dalgası bedenimi yakaladı. Gözlerimi açtığımda derin bir nefes aldım. Hala Japonyadaydım. Rüyam ise gerçekti. Gördüklerimin hayatım boyunca neredeyse hiç görmediğim babamı yirmi yıl önce tek başıma gömmeye gittiğim kasabada yaşadığım hatıralar olduğunu, sadece o terkedilmiş evden çıkışımın kaçarak değil de, açık olan kapıdan girdiğim gibi olduğunu hatırlayınca birden gökyüzüne baktım. Hava kararmıştı. 

Ağaçların sıklığından yıldızları pek göremiyordum, bir ışığın hareket ettiğini fark ettim. Bu parlak yeşil-sarı karışımı renkte ışığın sahibi bir ateş böceğiydi. Acelesi olmadan, yavaşça hareket ediyordu. Ayağa kalkıp üzerimi silkeledikten sonra fenerimi yakmadan, ateş böceğini takip etmeye başladım. Ormanın sesleri huzur verici bir tınıya bürünmüştü. Yürüdükçe adımlarım hafifliyor, adeta uçuyor gibiydim, ateş böceklerinin sayısı artmaya başlıyordu ve üstelik göğsümdeki o ağırlık yoktu. Daha hızlı adım atmaya, ateş böceklerini takip etmeye etmeye başladım. O an hiç beklemediğim bir şey oldu, kimsenin inanmayacağı türden bir şey. Bir anda etrafımı on binlerce ateş böceği sarmıştı! Bedenim bu sarı ve yeşil ışıkların arasındayken, hayatın tamamını yakalamış ve hissediyordum. İçim yaşama sevinci ile dolmuş, hayatı elimin içine almıştım. Yaşamın anlamını bildiğimi bütün hücrelerimde hissediyordum. Ve artık ne yapmam gerektiğine dair fikrim köklerini salmış, bu ormandaki ağaçlar gibi derin bir şekilde toprağa, yaşama tutunmuştu. Zihnimdeki birbirine çarpmadan hareket eden düşünceden birisi ormandan kaybolduğumu hatırlatınca, panik yapmadan ve ölmeden buradan çıkmam gerektiğini bilsem de, derin bir huzur duygusuyla bu endişeyi uzaklaştırdım. Etrafımı saran ateş böceklerinin dansını izlemeye devam ettim. Bir an gözlerimi yere çevirince toprak patikada olduğumu fark ettiğimde göz yaşlarım sevinç ile yanaklarımdan süzülüyordu! Evet, yürüyecek ve yazacaktım. Gördüklerimi, hissettiklerimi insanlarla paylaşacaktım. Hayatı kavramaya çalışacak, elimden geleni yapacaktım. Ben yürüdükçe benimle beraber hareket eden onlarca ateş böceğinin de içini mutluluk kapladığını düşünmekten kendimi alamadım. Bir sevinç narası atarak yürümeye devam ettim, acele etmeden, yetişmem gereken bir şey olmadığını, kendi hızımda ve yolumda ilerleyerek sonuca ulaşacağımı bilerek anın tadını çıkarmaya çalıştım. Ve yaşadığım bu mucizenin her saniyesinin tadını çıkardım… O an kapının orada hiç olmadığını fark ettim.

Fotoğraf: Daniel Kordan – Japan Fireflies

Okur - Yazar. * Sinemayla profesyonel olarak uğraşan Bulut, Bilgisayar Mühendisliği alanında, Boğaziçi'nde doktora yapmaktadır.

POST COMMENT

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir