20. yüzyılın en önemli ressamlarından, popüler kültür ikonu olan Frida Kahlo’nun cümleleriyle giriş yapalım yazımıza: “Ben genelde kendi portrelerimi yapıyorum çünkü genellikle yalnızım ve en iyi bildiğim insan da benim. Beni gerçeküstücü sandılar halbuki ben gerçeküstücü değildim. Ben hayallerimi değil, gerçekliğimi resmettim. Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım.”
Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, 6 Temmuz 1907’de Meksika’da dünyaya gelmiştir. Çocukluğunda çocuk felci geçirmiştir ve bu nedenle bir bacağı incelmiştir. Frida’ya “Tahta Bacak” lakabı bundan dolayı takılmıştır. Aynı zamanda doğumsal bir anormallik olan başka bir hastalık da görülmüştür. Bu hastalık ise ”Spina Bifida” olarak isimlendirilen ve omuriliğin kapanmaması sonucu anne karnında oluşan bir durumdur. Hamileliğin ilk ayında oluşan bu anormalide, bebeğin omurgası şekillenirken tam olarak kapanmaz ve bu nedenle halk arasında “Ayrık Omurga Hastalığı” olarak da bilinir. Frida bu hastalıktan dolayı sürekli korse takmak zorunda kalmıştır.
Babası, Guillermo Kahlo Alman-Meksikalı bir fotoğrafçıdır. 20.yüzyılın başında Meksika’daki önemli mimari eserleri , kiliseleri, sokakları, simge yapıları ve ayrıca endüstrileri ve şirketleri fotağraflayarak belgelemiştir; bu nedenle eserlerinin sadece sanatsal değeri değil, aynı zamanda tarihi ve belgesel önemi de vardır. Engin bir birikime sahip olan babası, hastalığı sürecinde her zaman Frida’nın yanında olmuştur. Ona bu süreçte fotoğrafçılıkla ilgili birçok kavram anlatarak farklı bir bakış açısı kazandırmıştır. O dönemde kızların spor yapması çok normal karşılanmasa da Guillermo Kahlo, Frida’nın bacağının güçlenmesi için spor yapması konusunda onu desteklemiştir. O yaşlarda kimliği yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Hayata tutunmaya devam eden Frida, o dönemde doktor olmak istiyormuş. Daha sonra Ulusal Hazırlık Okulu’na kaydı babası tarafından yapılmıştır. Bu okul; sanat, edebiyat ve felsefe gibi alanlarda Frida’yı güçlendirmiştir. Frida ve arkadaşları okulda, ileride Meksika’nın seçkin kişileri olarak anılacak 10 kişiyle grup kurmuştur ve bu grupta yaşça en büyük olan kişi Frida’dır; çünkü rahatsızlığından dolayı okula geç başlamıştır. Aslında Frida 1907 doğumlu olmasına rağmen kendisi doğum tarihini Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 olarak ilan etmiştir, yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla başlamasını istemiştir.
Hayatını etkileyecek büyük kazayı 18 yaşında geçiren Frida, 7 Eylül 1925’te okul çıkışı otobüse binmiş , o sırada şemsiyesini unuttuğunu fark etmiştir ve otobüsten inmiştir. Daha sonra bindiği 2.otobüste o trajik kaza gerçekleşmiştir. Otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, Frida’nın vücuduna demir bir çubuk saplanmış ve demir çubuklardan birisi Frida’nın sol kalçasına girip leğen kemiğinden çıkmıştır. Kazadan sonra hayatının büyük kısmını korseler, hastaneler, alçılar ve doktorlar arasında geçirmiş; omurgasında ve sağ bacağında dinmeyen acıyla yaşamıştır. Yatağa bağlı kalan Frida, 32 kez ameliyat olmuş ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı 1954’te kangren yüzünden kesilmiştir. Fiziksel ve psikolojik acıları bitmeyen bir döneme girmiştir. Bu kazayla birlikte Frida’nın doktor olma hayalleri suya düşmüştür. Hayatına büyük bir tutkuyla tutunmaya devam eden Frida, doktor olma hayallerini geride bıraktıktan sonra Medikal Endüstrici olmak istemiştir ve medikal aletler çizmeye başlamıştır.
Yatağa mahkum olduğu süre boyunca ailesi Frida’ya çok destek olmuştur. Özellikle babası gerekli tüm ekipmanları sağlamıştır. Babası resim yapması için yatağının tavanına hem aynada kendisini görebileceği, hem de çizim yapabileceği özel bir düzenek hazırlamıştır. Bu iki yıllık süre zarfında kendi otoportrelerini yapmıştır. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak nitelendirdiği aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. İlk otoportresi “Kadife Elbiseli Otoportre”dir. (1926) 19.yüzyılda Meksika burjuvaları, eşlerinin bıyıklarıyla övünürlerdi; çünkü bu onların köse olan yerli ırktan değil İspanyol ırktan geldiğini gösteriyordu. Bu yüzden otoportrelerinde ve fotoğraflarda Frida’yı hep bıyıklarıyla görürüz.
Frida’nın kendi tabiriyle ikinci büyük kazası ise Diego Rivera’dır. Diego, Frida’nın büyük aşkı, eşidir. “Meksikalı Michelangelo” olarak da tanınan ressam Diego ile Frida, Ağustos 1929’da evlenmişler. Frida’nın ailesi bu evliliği pek onaylamasa da Frida, Diego’dan vazgeçmemiştir. Bu evlilik Diego Rivera’nın üçüncü, Frida Kahlo’nun ise ilk evliliğidir. Bu ilişki süresince Frida hayata daha da pozitif bakmış, bu kadar fiziksel ve psikolojik acıya rağmen yaşama sevincini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Her zaman güçlü durmuştur. Diego’ya olan aşkı eserlerine de yansımıştır. Frida, Diego Rivera’yı resimlerinde ilk seneler hep yanında, ilerleyen zamanlarda ise üçüncü göz gibi alnında, sonlara doğru da hiç sahip olamadığı bebeği gibi kucağında resmetmiştir. Evlendikten bir yıl sonra Diego, duvar resimleri dediğimiz mural resimleri siparişleri alınca birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmişlerdir. Frida’nın dünya çapında tanınması bu süreçte gerçekleşmiştir. İki yıl boyunca Diego’yla çeşitli davet ve etkinliklere katılmıştır. Ama Amerika Birleşik Devletleri’ni pek sevememiştir. Çünkü halkın bir kısmının sefa içerisinde yaşarken, bir kısmının sefalet içerisinde yaşamasını kaldıramamış ve tekrar Meksika’ya geri dönmüşlerdir.
Meksika’ya döndükten sonra sağlık sebeplerinden dolayı hamile olduğu çocuğunu aldırmak zorunda kalan Frida, iki kez de düşük yapmıştır. Bu kayıplar eserlerine de yansımıştır. Frida’nın yaşamı gibi evliliği de çalkantılı geçmiştir. Eşinin sadakatsizliği nedeniyle 1939 yılında ayrılmış fakat bir sene sonra tekrardan evlenmişlerdir. Bu süre içerisinde şimdi müze olarak kullanılan “Mavi Ev’e” taşınmışlardır. Mavi ev Frida için çok özel bir yere sahiptir. Çocukluğunun geçtiği, ailesiyle mutlu bir zaman geçirdiği evdir. Günümüzde de Frida’nın bazı çalışmalarının, korselerinin, kıyafetlerinin sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüştür. Ressam olarak ilerlediği kariyerinde, fiziksel ağrılarının arttığı bir dönemde sergisi açılmıştır. Frida sergisine gitmek ister fakat doktorlar buna izin vermemiştir. Çözüm olarak önce sergiye yatağı gönderilmiş daha sonra bir ambulansla siren sesleri eşliğinde sergisine gitmiştir.
Klasik eserlerinden biri olan Dikenli Kolye ve Sinek Kuşu (1940) hem eseri hem de kendisini farklı yorumladığı bir otoportresidir. Tabloda önemli semboller gözümüze çarpar. Bunlardan ilki dikenli kolyenin ortasında asılı olan ölü bir sinek kuşu, gagasından aşağı doğru durmaktadır. Sinek kuşunun Meksika kültüründe şans getirildiğine inanılır, fakat otoportreye yansıyan sinek kuşu siyah ve ölü bir şekilde yansıtıldığı için Frida’nın hayatındaki talihsizlikleri betimlemesine neden olmuştur. Gözümüze çarpan diğer detay ise yeşilin farklı tonlarıyla büyük yapraklı bitkilerinin hayatı temsil etmesidir. Bu da ressamın hayatındaki zıtlıkları bir arada göstermiştir.
Frida’nın son eseri ise karpuzlardan oluşan bir natürmort çalışmasıdır. Çalışmanın ortasında kesik bir karpuz ve karpuzun içinde “Yaşasın Hayat!” yazılmıştır.
Hayatı acı ve hüzünle dolu geçen bu süre sonunda, 13 Temmuz 1954’te yaşama 47 yaşındayken veda etmiştir. Frida Kahlo’nun cenazesi yakılmış ve külleri Mavi Ev’de muhafaza edilmiştir. Yazının başlangıcını yaptığımız, Frida’nın başta belirttiğim sözüne dönecek olursak, Frida’nın resimleri “sürrealist” olarak değerlendirilirse de o sürrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Frida’nın resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştır ve sanat aracılığıyla bu kültür bütün dünyaya tanıtılmaya devam etmektedir.
POST COMMENT