Başlamadan Önce
Sinema üzerine onlarca yazı yazılıyor, izleyiciler zaman ayırdıkları, parçası oldukları filmler hakkında düşüncelerini paylaşmak, yorumlarını aktarmak istiyor. Bir izleyici olarak ben de bu topluluktan farklı değilim. Fakat filmleri okurken, benim gibi sinemaseverlerin ortak özelliği olan ilginç bir özelliğim var. Bir film izlemeden önce veya sonrasında, kendi düşünce ve fikirlerimi oluşturmak adına incelemeleri, yorumları veya detaylı film okumalarını yapmaktan kaçınırım. Eğer izleyeceğim filmin önemli olduğuna inanıyorsam bu kuralıma daha çok uyarım. Genelde böyleyimdir.
Bir film üzerine eleştirel yaklaşırken insanların izlediği iki yol vardır. Film iyiyse beğenilen kısımlara değinilerek övülür, beğenilmemişse filmin eksikliğine veya teknik kısımlarına odaklanırlar. Hikaye büyük önem taşır elbette. Fakat ben üçüncü bir yoldan gitmeyi, filmlerin bende bıraktığı hisleri, işaret ettiği düşüncelerin yolunu keşfetmeyi daha çok severim. Okuduğunuz bu İlk İzlenim yazısı daha çok filmin iç dünyamda bıraktıkları üzerine bir inceleme yazısı doğrusunu söylemek gerekirse.
(Yönetmenin daha önce Kurban filmini izlemeye başlamış ama fazla ilerleyemeden çıkan işim dolayısıyla filmi kenara bırakmak zorunda kalmıştım. Bu yüzden okuduğunuz bu yazı kendimce ilk izlenimlerimi ve düşüncelerimi Ayna filmi Tarkovski’nin izlediğim ilk filmi.)
Tarkovski sinemaya biraz olsun ilgi duyan insanların kulaklarına mutlaka çalınan, sinemasever insanlar için ise genellikle sinemanın zirvesine konulan isimlerden birisi. Bu sebepten ötürü, yönetmenin herhangi bir filmine başlarken bir beklentiyle, adete mucizevi bir aydınlanma yaşayacak, deneyimleyecek olma düşüncesi ortaya çıkıyor. Bu beklentiler eşliğinde filmi izlemeye başladım.
Film ilerleyeme başladıkça hikayenin, tarzın ve üslubun farklı olduğunu anlayabiliyorum. İzlediğim filmin normal bir filmden farklı olduğu hissiyatı dikkatimi bir süre toplamama yardımcı oluyor. Anlatısına, hikayeye oldukça sakin başlayan film bana kalırsa bir bütün olarak sakinliğini koruyor, filmin başladığı o sakinlik filmin yavaş geçeceğinin de sinyallerini veriyor, acele etmiyor modern insanlar gibi. Ana karakterin ağzından benzer bir cümle duyuyoruz üstelik.
Sonraki sahnelere geçtikçe izleyici olarak kafam iyice karışıyor. Sahneler birbirleriyle bir şekilde bağlantılı fakat yine de uzak geliyorlar. Konuşan kim, bu karakter kimdi, neler oluyor diye sorular sormaya başlıyorsunuz. Filmde ilerlemek karmaşık bir ip yumağını çözmeye benziyor.
Filmin yarısına gelince ara veriyorum. Tekrar başına oturduğumda filmin bir bulmacaya benzediğini, tıpkı bir puzzle gibi parçaları olduğunu ve yönetemenin verdiği imgeleri, imajlarını izleyicinini çözmek zorunda olduğunu aksi takdirde filmden bir şey alamayacağına kanaat getiriyorum.Çünkü tekrar başına oturduğumda “Ben bu filmi nasıl anlatırım, kurgusunu nasıl yaparım?” diye bir soru soruyorum kendime. Kronolojik bir montaj deneyebilirdim cevabı ile yaşananları farklı bir şekilde anlatabileceğimi düşünmem zihnimdeki soru işaretlerinden birisini siliyor.
Herkesin yönetmene hitap ettiği şiir gibi sinema yapmasının ne demek olduğunu anlıyorum. Şiir okurken satırların ayrı okunabileceği ve o satırlardan farklı anlamlar çıkarılabileceğine benzer şekilde; bu filmde de her sahnenin ayrı bir şekilde okunabileceğini, bir bütünün parçaları olduğunu fark ediyorum. Bu herkesin yapamayacağı güzel bir iş. Yönetmenin sesi olarak duyumladığım, yabancı bir sesin kameranın arkasından konuşması, oyuncuların kameraya değil de kameranın arkasındaki kişiye bakmaları konuşan kişinin kim olduğuna dair merakımdan çok lensi aradan kaldırıp, beni filmin içine daha çok çeken, filmin bir parçası haline getiren bir detay oldu. Konuşan karakterin, yönetmenin yanında olan bendim.
“İzleyiciye yolu gösteren filmler gerçek sinemanın kendisi gibi gelir bana.”
-Ümit Bulut
Tıpkı şiirleri okuyan insanların subjektif bakış açısıyla, kendisinin deneyimlerine göre algıladığı gibi benim de filmde kendimce keşfedip heyecanlanmama sebep olan birkaç imge oldu. Yazımın başında bahsettiğim gibi bunların doğruluğunu veya farklı anlamlara gelip gelmediğini henüz kontrol etmedim, düşünmüyorum da. Çünkü benim için ifade ettiği anlam yeterli geldi. Rüya sahnesi geçişi diyebileceğim bir sahne vardı filmde. Hoş, filmin bütünün bir rüya gibi. Bu sahnede evin dökülmesi, tavanın, suyun akması ve bu arada kadının, annesinin yaşlanmasını zamanın akışına benzettim. Soyut bir ifadenin fiziksel bir bedene bürünebilmesi ve bunu algılayış biçimim, zamanın su gibi akması metaforu beni heyecanlandırmıştı! İşte bu sinemadan beklediğim deneyimlemedir. İzleyiciye yolu gösteren filmler gerçek sinemanın kendisi gibi gelir bana. Ek olarak yönetmenin kendisini duvardaki posterde belli etmesi, Andrei Rublev filminin posteri hoşuma giden bir detaydı yakalayabildiğim.
“Kelimeler bazan duygularımızı ifade etmeye yetmiyor.” cümlesi yaşadıklarımın özeti gibi geldi. İşte bu alıntı için bile bu filmi iyi ki izlemişim diyorum.
Son Sözler
Bana kalırsa teknik detaylar ve hikaye verilmek istenenden sonra geliyor. Dolayısıyla oyunculuklar, senaryo, renkler vesaire, yapmacık olmadığı için arka planda kalıyor ve bu durum filmi ne düşürüyor ne de ileri götürüyor. Aksine bu hal, doğallığı filmi izleyici ile yönetmen arasında özel bir yere koyuyor ki filmin kendisinin otobiyografik bir özelliği olduğunu filmin tanıtım bülteninde okuyoruz. Bu yönetmen — izleyici derinliğini konuşanı görmediğimiz, oyuncuların konuşana, kameranın karşısında sanki kamera yokmuşçasına davranmalarından da yakalıyoruz.
Filmin bana verdiği, bıraktığı hissiyat hayat ve onu düşünmek üzerineydi. Kimi, neden anlattığından ziyade nasıl anlattığı önemliydi. Yönetmenin nasıl birisi olduğuna, üslubu hakkında bir fikir edinebildim.
Filmin ne anlattığını sorarsanız size elle tutulur bir cevap veremeyebilirim. Denerim ancak.
Toparlamak gerekirse…
Bütün film bir sanat eseri, rüya gibi adeta. Yer yer anlamakta zorlansam, sıkılsam dahi bu film bende güzel, gülümseten bir hissiyat bıraktı. Tekrar izleyebileceğim ve farklı şekilde anlayacağımı, kavrayacağımı düşünüyorum, biliyorum. Sonuçta Ayna’ya her baktığımızda biraz değişmiş olmaz mıyız?
Kendi halinde, gösterişsiz ama derin bir izlenim.
8/10.
30.05.2020/Ağrı.
POST COMMENT