Türkiye’nin bitki zenginliği üzerine farklı milletlerin birçok araştırma yaptığını biliyoruz. Bu araştırmalardan birini Michele Nicolos şöyle ifade ediyor: “Fransızların Türkiye’deki bitki zenginliği üzerine yaptığı en önemli araştırmalardan birini, 1700’lerin başında Fransa Krallık Bahçelerinin bitki bilimcisi Joseph Piton de Tournefort’un yaptığı biliniyor.” Nicolos; Joseph Piton de Tournefort’un Türkiye’den binlerce bitki götürdüğünü söylüyor. Bugün Paris’teki Doğal Tarih Müzesi’nin Botanik Bahçesi’ndeki çiçekleri, Tournefort’un 1702’de Türkiye ve İran’dan topladığı bitkiler oluşturuyor. Tournefort, Türkiye’den 1356 bitki götürmüş; bitki toplamakla kalmamış, doğmakta olan Aydınlanma Çağı’nın, Doğu insanları ve toplumlarına yönelik yeni bakışını da biçimlendirmiş. Tournefort Seyahatnamesi, Kitap Yayınevi tarafından Türkçeye çevrildi. Stefanos Yerasimos’un editörlüğünü yaptığı eser, bu heyecanlı yolculuğu ayrıntılarıyla aktarıyor. Ben de bu yolculukta sizleri bu heyecana ortak etmek istiyorum. Ama ondan önce Joseph Piton de Tournefort’un hayatından ve gezi rotasından kısaca bahsetmek istiyorum.
Fransız doğa bilimci Joseph Piton de Tournefort, Montpellier Üniversitesi çerçevesinde botanikte uzmanlaşarak 1683’te Paris Kraliyet Botanik Bahçesi’ne profesör olarak atandı. 1699’da Karlofça Antlaşması’ndan sonra Fransız Hükümeti tarafından botanik araştırmaları yapmak ve bitkiler toplamak üzere Doğu seyahatine gönderildi. Bu gezinin ilk bölümünü Ege adalarına, ikinci bölümünü ise Türkiye ve İran’a yaptı. 23 Mayıs 1700’de bir hekim ve bir ressamla birlikte Marsilya’dan hareket eden Tournefort, önce Girit’i oradan da Ege Adalarının büyük bir bölümünü gezdikten sonra Mart 1701 sonunda İstanbul’a vardı. Tournefort, İstanbul’da kısa bir süre kaldıktan sonra Karadeniz yoluyla Doğu Anadolu Bölgesi ve Kafkasya’ya doğru yola çıktı. Erzurum Valiliğine atanan Köprülü Numan Paşa ve ekibine katılarak deniz yoluyla Trabzon’a, oradan Erzurum’a ulaşarak Tiflis ve Erivan’a kadar gitti. Ağustos 1701’de Erzurum’a döndükten sonra Ankara üzerinden Bursa’ya oradan da İzmir’e geldi. Mısır ve Arabistan’a gitmek niyetinde olan Tournefort, bu yolculuktan vazgeçerek 3 Haziran 1702’de Marsilya’ya döndü. Bu kısa bilgiyi verdikten sonra seyahatnamenin içeriğiyle ilgili notları paylaşmak istiyorum.
Kitabın giriş kısmında Stefanos Yerasimos şöyle bir ifade kullanır: “Tournefort’un iki ilgi odağı eşit güçte değildir. Yunan Adaları dünyasına yaklaşımı daha canlı ve eksiksiz bir görünüm sergilerken, seyahatnamenin Anadolu’ya ilişkin bölümüyse o çağda bu yörelere değin tanıklıkların azlığı nedeniyle çok değerli olsa da genellikle şöyle bir göz atış ve genel değerlendirme düzeyini aşamaz.” Bu ifadeyi okuduktan sonra kitabın ikinci cildinde Osmanlı halkına ve Müslümanlara bakış açısını yakalayabilirsiniz. Birinci cildinde doğrudan dış gözlemlere odaklanan seyahatnamesi, ikinci kitapta bir serüven anlatısına, yani kendisine yönelik gözlemlere dönüşür ve başına gelenleri anlatmaya başlar. Tournefort bunları mektuplarında dile getirmiştir.
Anlatısının birinci cildi, Ege Adalarının hemen hemen eksiksiz bir incelemesini kapsar. Otuz beş ada ve adacığı ziyaret eder ve başka adaları da yerinde derlediği bilgilerle betimler. Tournefort bu adalara günümüzün bir turisti gibi bakmaz; bunun yerine rüzgârların ve korsanların kemirdiği bir toplumu, salgın hastalıkları, batıl inançları, günlük yaşamları ve acımasız yöneticileri ile ilk kez gözler önüne serer. Ege Adalarının tarihini, savaşlarını, kültürünü ve dilini aktarırken adalıların Latin kültüründen etkilendiklerine ve bu etkilenmenin izlerinin hâlâ görülmesine de dikkat çeker.
Tournefort ikinci ciltte ise önce uzun uzun İstanbul’u anlatır. Sonra da Anadolu’yu boydan boya aşarak bizi 18. yüzyılın hemen başlarındaki Tokat, Trabzon, Kars, Ağrı, Amasya, Ankara, Erzurum, Bursa ve İzmir ile yüzlerce Osmanlı kasabasına götürür. Tournefort kendini Osmanlı topraklarıyla da sınırlamaz, Tiflis ve Erivan’a (Revan) kadar gider ve ona tamamen yabancı bir dünyayı yorumlamaya çalışır. Gezileri sırasında İran’ı Batı’ya bağlayan ve Anadolu boyunca uzayıp giden büyük kervan yollarını kullanır, ilk bakışta birbirine karşıt gibi görünen, ama aslında hep birbirine bağlı olan ve birbirini tamamlayan Doğu ve Batı dünyaları arasındaki bağların önemini vurgular.
Doğu seyahatine niye çıktığına gelince, giriş bölümünün başında bu nedeni kendi ağzıyla açıklar: “Akademilerin denetiminden sorumlu ve bilimleri geliştirecek her şeye dikkatli, Dışişleri Bakanı, Monsenyör Kont de Pontchartrain, 1699 yılının sonuna doğru, sadece doğa tarihi ile antik ve modern coğrafya hakkında değil, ticarete, dine ve oralarda yaşayan farklı halkların törelerine ilişkin konularda da gözlem yapma yeteneğine sahip kişilerin yabancı ülkelere gönderilmesini Majestelerine önerdi.” Bu tarih, yani 1699 yılının sonu, Türkiye bağlamında pek rastlantısal olmasa gerek. Karlofça Antlaşması, 26 Ocak 1699’da Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma dönemini başlatmıştı. İki yüzyıldan uzun sürecek bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarının paylaşılması sorununun içine tüm Batı devletlerini çekecekti. Aynı biçimde, tüm bu dönem boyunca Fransa, öncelikle bu parçalanmanın Osmanlı İmparatorluğu içinde hâlâ iyi bir yere sahip olan kendi nüfuz alanında yarattığı küçülmeyi engellemeye çalıştı. Gerçi 1699’dan önce de aynı şey geçerliydi, ama 1699’dan başlayarak bu durum Fransa’nın Avrupa politikasında karşılaştığı sorunlarla katmerlendi. Alman İmparatorluğu ile bir çatışmaya sürüklenen Fransa, Almanya’ya ikinci bir cephe açılması için Türkleri savaş halinde tutmak istiyordu. Bu siyaset, Almanların 1697’de imzalanan Ryswick barışından sonra bile sürdürülecekti. Versailles Sarayı yeni savaşı beklerken, Almanların Türklerle barış yapmasını engellemeye çalışıyordu. İspanya tahtının kime kalacağı konusunda çıkacak bu yeni savaş 1701’de başlayacaktı. Demek ki Fransa’nın, savaştan çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunun kesin biçimde bilinmesinde çıkarı olduğu açıktı ama bu durumun saptanması için en uygun kişinin bir bitki bilimci olup olmadığı sorulabilir elbette; ne var ki elimizdeki belgeler Tournefort’u kimliğini gizlemek amacıyla küçük çiçekler toplayan bir casus gibi düşünmemize müsaade etmemektedir. Olsa olsa şöyle bir varsayım ileri sürülebilir: 1699 sonunda Pontchartrain Türkiye’ye ilgi duymaya başlamış, başhekim (Fagan) de himayesindeki Tournefort’u bu işe yerleştirmek için söz konusu ilgiden yararlanmıştır. Böylece bu Doğu Akdeniz misyonu “ticaret, din ve töreler” konusundaki gözlemlerin de ekleneceği bir bitkibilim görevine dönüşmüştür.
Şimdi de yardımcılarına gelelim. Seyahate katılacak kişiler Anspachlı bir Alman hekim olan Gundelscheimer ve Champagne bölgesindeki Chalon’dan ressam Aubriet’tir. Metni süsleyen resimleri Aubriet yapmıştır. Güzergâhınsa başta çok daha geniş tasarlandığı, ama seyahate katılanların ruh hâline ve iklim koşullarıyla toplumsal duruma bağlı olarak değiştiği anlaşılmaktadır. Buradan da şu soruyu sormak istiyorum: Bu gezi rotası planlanmamış bir seyahat mi yoksa planlanmış bir casusluk mu? Bu sorunun cevabına ulaşmak isterseniz kitabı analiz edebilirsiniz. **
**Yazının tamamı Stefanos Yerasimos’un giriş notlarıyla uyumlu şekilde yazılmıştır.
POST COMMENT